Tasavvufta Örgütlenme Ve Kurumlaşma Dönemi

Tasavvufta Örgütlenme
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Tasavvufî hayatın bazı biçimlerini bireyler
tek başına yaşar. Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir. Bu öğrenmede mürid ve
tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı
beraber yaşamaları şarttır. Çünkü tasavvufî hayat tıpkı birçok sanat gibi
egzersizler ve pratiklerle öğrenilir. Bunun için de birliktelik ve beraberlik
esastır. İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya
gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde
bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar. Bu sebeple baştan beri sûfîler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir. İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat
ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu. Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden
sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu. Bu cemaatlerin yaptıkları
sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar
alınmıyordu. Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul
ediliyordu. Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların
ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu. İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir. Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur. Bazan müridlere göre yabancılar
için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre müridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır. Bundan daha
önemlisi ilâhî sırdır. Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rubûbiyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar. Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve
erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz
konusu esrarengiz yönü de önemlidir. Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı
bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir.
Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufî sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı. Büyük sûfîlerin tasavvufî görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi. Bu da meşrep (mizaç,
karakter, zevk) farkı olarak görüldü. Bu durum tasavvufa eğilimli olanların
kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkân verdi. Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye,
Sehliyye, Hakîmiyye, Hafîfiyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye
(Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufî cemaatler ortaya çıktı. Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu. Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufî gelişmeyi
hızlandırdı.
Söz konusu tasavvufî sohbetler ve cemaatler hicrî VI. (XII.) asırda daha
düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü. Bu örgüte tarikat denildi.
Abdülkadir-i Geylânî'ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed Yesevî'-
ye (ö. 562/1166) nisbet edilen Yeseviyye, Ahmed er-Rifâî'ye (ö. 578/1183)
nisbet edilen Rifâiyye, Ebü'n-Necîb es-Sühreverdî'ye (ö. 563/1167) nisbet
edilen Sühreverdiyye, Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye (ö. 593/1196) nisbetle Şâzeliyye tarikatları bu asırda ortaya çıktı. Bunları Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö. 618/
1221) nisbetle anılan Kübreviyye, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye (ö. 672/
1273) nisbet edilen Mevleviyye, Ahmed el-Bedevî'ye (ö. 675/1277) nisbetle
Bedeviyye gibi tarikatlar izledi. VII. (XIV.) asırda ise Bahaeddin Nakşibend'e
(ö. 791/1389) nisbetle Nakşibendiyye, Sirâceddin Ömer'e (ö. 800/1397) nisbet
edilen Halvetiyye tarikatları kuruldu. Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri
aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine
yayıldı. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö. 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı
Bayrâm-ı Velî'ye (ö. 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö. 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu. Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö. 660/1262) Kırşehir'de ahîlik
teşkilâtını kurdu. Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi. 1071'de
Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan
gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve
Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular.
Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler
mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular. İlk zamanlarda camiler, mescidler,
evler, iş yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme
yerleri idi. Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara
ihtiyaç duyuldu. Herevî'nin Tabakåtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufî
kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve
yaygınlık gösterdi. Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat,
tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi. İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı. Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak
zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri,
ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman
çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular. Özellikle
kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler. Ayrıca yolcuların ve
gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler. Tekkelere
yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana
getirmelerine imkân verdi. Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki
olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu.
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler,
dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik
yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur. Bunların düzenli bir
biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır. Bu kuralları ilk defa derli toplu
bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö. 440/1048) oldu. Ebû Hafs
Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu.
VII. (XII.) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin
başlangıcıdır. İbn Arabî (ö. 638/1240) kendisinden önceki sûfîlerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya
attı. el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki
düşüncelerini genişçe açıkladı. Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i
vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı. Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı
delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı. Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâkî,Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefî, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî
ve Câmî gibi ünlü sûfîler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler.
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı. Onu bu yolda Hücvîrî
izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcûb'u yazdı. Baba Tâhir
(ö. 410/1019) ve Senâî (ö. 525/1131) gibi şairler tasavvufî düşüncelerini
Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme
yolunu tuttular. Onları bu yolda Attâr (ö. 627/1223) ve Mevlânâ (ö. 672/
1273) gibi ünlü sûfî şairler izledi. Mevlânâ'nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr
isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu. Şebüsterî (ö. 720/1320)
Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn Irâkî (ö. 688/1289) Lema‘ât'ta, Câmî (ö. 898/
1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü.
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf
hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı. Hikmet denilen
tasavvufî şiirlerini Dîvân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı. Daha sonra
Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said
Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun
tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler. 1071'de Anadolu'nun
fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî
geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar. Fakat yeni
fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar. Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö. 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti. Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok
mutasavvıf onu örnek aldı. Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö. 855/1451) Muhammediyye'si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö. 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'lâşık¢n'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö. 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u,
Niyazî-i Mısrî'nin (ö. 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük
bir ilgi ile okunan eserler oldu. Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü.
Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî
mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu. Bu gelişmeler geniş kitlelerde din
duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı. İlâhî denilen bu tür şiirler
coşkuyla okundu ve dinlendi.
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi. Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı
Yorum Gönder